Eczacılık mezunu olduğunuz halde, neden Tıp Fakültesi’nde ve Tıp Tarih üzerine ilerlemeyi düşündünüz?
Eczacılık fakültesini bitirince kozmetikler üzerine ihtisas yapmak için Amerika’ya gittim. Geldiğimde ise bir ilaç firmasında kozmetik şefi olarak çalıştım. Bu sırada bir çocuğum olacaktı ve ben bu görevi bırakmak istedim. Zira imalat bölümünde işçilerin başında olmak aslında benim yapabileceğim bir şey değildi. Yeri gelince sert konuşmak, bu şekilde iş yürütmek mizacıma tersti. O sıra kendime göre rahat bir iş aradım. Eczacılık fakültesindeki Eczacılık Tarihi hocamla konuştum. O da bana kütüphaneciliği önerdi. Aslında benim için üniversitede çalışıyor olmak rahat bir iş olacaktı. Bir de, işin içine girdiğimde yaptığım işi çok sevdim. Büyük ve köklü kültür mirasımızın taşıdığı önemli bilgileri ortaya çıkarmanın ehemmiyetini fark ettim. Daha sonra hocam Prof. Dr. Bedi Şahsuvaroğlu bana Edirne’de Tıp Tarihi dersinde öğretim görevlisi için kadro açıldığını bildirdi. Bu kadroya alınmak için gereken sınav Cerrahpaşa’da yapılıyordu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi dekanı da bu öğretim görevlisini kendilerinin yetiştirebileceğini daha önceden hocama beyan etmiş. Ancak hocam o gün kalp krizinden vefat etti. Böylece kader Cerrahpaşa’da kalmam gerektiğini göstermiş oldu.
Bir tıp tarihi araştırmacısı olarak eski kaynakların tam olarak yorumlanamadığı sizce doğru mudur? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aslında bu konuda bütün mesele, olaylara bugünün penceresinden bakıyor olmaktan kaynaklanır. Böyle yaptığınız takdirde hata yaparsınız. Bugünü unutacaksınız. Eski tıp tamamen kendine has konumu, kuralları, belli bir bilgi birikimi olan kendine münhasır bir tıptır. O zamanın penceresinden olayları yorumlarsanız her şeyi anlamanız mümkündür. Bugünün modern tıbbı eski tıbbı açıklayabilecek düzeyde değil. Tıp iki kısımdır. İlk kısmı insanlığın ilk anından 1850’lere kadar olan 40.000 yıllık bilgi birikimidir. Tıbbın bu kısmı defalarca medeniyetler tarafından denenmiş, kendi has kuralları olan ve birbirinin üzerine birikimli olarak ilerleyen bir tıptı. 1850’den sonra ise tıp, deney laboratuarlarına insanları soktu. Her şey deneme usulüne göre temellendi ve her şey kimya esas alınarak izah edilmeye çalışıldı. Kimya bu kadar çok ön planda olunca bir tek formüle endekslenilmeye başlandı. Yeni tıp kimya, istatistik ve laboratuar üzerine oturtuldu. Denenmeyen, gözlenmeyen hiçbir şeyin bilimsel olmayacağı iddiası ortaya atıldı. Ancak bunun yetersizliği de ortadadır. Bir bitki içerisinde birçok etken madde vardır. Yeni tıp ise faydalı olduğunu düşündüğü tek bir maddeyi bu karışım içerisinden izole etti. Bitki içerisinde yaratılıştan var olan o etken maddeler arasındaki iletişimi, bu iletişimin hastadaki etkilerini bilim şu an anlayacak durumda değil. Yeni tıp eski tıptan mutlaka faydalanmalıdır. Son zamanlarda büyük ilaç firmaları da bitkileri araştırmaya yöneldi. Çünkü kimyasal yapıdaki ilaçların vücuda istenmeyen etkileri yüzünden açılan davalara tazminat ödemekten bıktılar. Doğal olan şeyleri vücut zehir olarak kabul etmiyor. Ancak kimyasallar vücuda yabancı ve vücut bunları yabancı olarak algılıyor. Halk tıbbı ve folklorunu incelerken eski kaynakları neden incelenemediklerini anlamıyorum. Hâlbuki o kaynaklar binlerce yıllık deneyim süzgecinden geçmiş yazılı kaynaklardır.
Okullarda, özellikle üniversitelerde verilen eğitimlerde tıp tarihi söz konusu olunca kendi öz değerlerimizden çok Antik Yunan ve Avrupalı bilginleri ön plana alıyoruz. Siz bu durum hakkında ne diyorsunuz?
Bu bahsettiğiniz şey bizim en büyük sorunlarımızdan birisidir. Osmanlının son 100 yılında bilinçli bir şekilde tarihimiz bitirilmeye çalışıldı. Osmanlı, yok edilmeye karar verilmişti. Özellikle İngilizlerin bir siyaseti olan bu durum, bizim dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi yıkmaya yönelikti. Çok şükür Osmanlı hala yıkılamadı. Anadolu hepsi için çok önemli ve şu anda da peşini bırakmış değiller. Büyük değerleri içinde barındıran bu medeniyet Avrupa’nın değil. Bizim eğitimimizde Batılı sesler çok fazla çıkmaya başladığı zaman kendimizi unutmaya başladık. Ancak o eğitimin içimizde yayılmaya başladığı zamanlar aydınlarımız kendi kültürümüzü biliyordu. Unutan sonraki nesiller oldu. Çok büyük bir kültürümüz var. Hepimizin bu konuda bilinçlenmesi gerekiyor. Osmanlı bu konuda derin deryadır. Başbakanlık arşivine araştırmaya gidiyorum. Amerika’dan, Japonya’dan gençler Osmanlı’nın kültürünü inceliyorlar.
Peki, eski literatürlerde yer alan bilinmeyen terimleri nasıl anlayabiliriz?
%90’ını tanıyoruz. Örneğin bitkilerin çoğunu Latincesine kadar biliyoruz. İbn Sina’nın reçeteleri başta olmak üzere Osmanlı hekimlerinin kendilerine has formülleri vardır. Bu formüllerin bugün uygulanması çok zor lakin bugünkü tıbbın yapacağı şey müfred devalara önem vermektir. Bu noktadan hareketle araştırma yapmak bize çok fayda sağlayacaktır.
Hacamat, dünya tarafından “kupa terapisi” adı ile uygulanıyor ve birçok ülke bu yöntemi kendilerinin geliştirdiği bir yöntem olarak takdim ediyor. Birilerinin sahip çıkmaya başladığı hacamat hakkında biz neler yapabiliriz?
Aslında bu sahip çıkan insanlara şunu sormak istiyorum; tarihteki bilgileri ne kadar biliyorsunuz? Peygamberimizin tıp konusundaki hadisleri çok önemlidir ve zamanımızın tıbbıdır. Bunlar bizim kaynaklarımızda detayları ile kayıtlı ve bizim bu kaynakları duyurmamız lazımdır. Örneğin; Osmanlı hekimleri hacamatın sıcak ülkelerde yapılabileceğini söylüyor. Çünkü sıcak yerde kirli kan deriye daha yakındır. Finlandiya’da hacamat tedavisi sauna seansından sonra yapılıyor. Bunu onlar da fark etmiş belki ama bizim kaynaklarımızda bu durum açık şekilde izahıyla birlikte anlatılıyor. Yine ayın hareketlerinin vücuttaki kirli kanı yüzeye çekmesi konusunda da Osmanlı kaynaklarında bilgi mevcuttur. Dolunayın çekim etkisi ayın 16’sı ile 17’si arasında kendisini gösteriyor ve kan yüzeydeki kılcallara doğru harekete geçiyor. Bunu müteakiben ayın 17 ve 18’inde temiz kan organlara iniyor ve kirli kan yüzeyde kalıyor. Bu büyük bilgi birikimi bizim kaynaklarımızda mevcut. Diğer insanların da bunlardan faydalanmaları için bizim onlara aktarmamız gerekiyor.
Doğal menşeli ürünler hakkında sizin de çalışmalarınız var. İnsanların doğaldan beklentilerinin hem çok fazla hem güvenlerinin az olduğu bir dönemde siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Öncelikle bu ürünlerde güveni sağlamamız şarttır. Bütün doğal tedavi edici ürünleri eczacılar satmalıdır. Konya Selçuk Üniversitesi’nde dünya standartlarında tıbbi bitki yetiştiren insanlar var. Buralarda yetiştirilen bu değerli bitkiler hastaya eczacı eliyle ulaşmalıdır. Şahsen ben eczacıdan almak istiyorum. Alacağım şey kekik bile olsa ben standart kekik almalıyım.
Bize ayırdığı vaktinden ve verdiği değerli bilgilerden ötürü Sayın Prof. Dr. Ayten Altıntaş hocamıza çok teşekkür ediyoruz.
Ayşe Esra GÜLER- Ülkü ALKO- Muhammed Uğur POYRAZ
İVEK © 2016 / Sitemizdeki yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.
İLETİŞİM